12 Aralık 2010 Pazar

Yaz Fotoğrafları / Birhan Keskin

1

sevgilim beni geçmiş yazlara sal
ılık yaz akşamlarına
denizin ve göğün ritmine sal
dalganın ve günün beyazına.
sen de kıyısında kal dalgaların
gülümse.

sevgilim beni geçmiş yazlara sal
küçük ve kırık aşklara
limanların plonje çekilmiş fotoğraflarına sal
aylaz çiçeklerine evlerin, bakımsız sokaklarına.
sen de bir ucunda kal balkonların
gülümse.

sevgilim beni geçmiş yazlara sal
uzun mendireklere, akşamın alacasına
yorgun dönülen pansiyon odalarına sal
sen de kapı aralığında kal odaların
gülümse,

anı oluyor fotoğrafların.

2

ben senin için gökyüzü oldum
fırtına oldum
geldim ve gittim
kanat çırpmazsan olmaz
anlamadan deniz nedir,
huzur mudur, durur mu öyle?
kim bilir akşam nedir,
yüzüm kavuşur mu?

ben senin için kanlı ırmaklar oldum.

yüzümün akşama kavuşması ol
kanat ol, dinginim denizim ol
fırtınada duranım ol
tekrar ol
tekrar ol,

ellerini unutmadan
ellerini hiçbir yerde unutmadan
tekrar ol
tekrar ol.

3

içimde büyüttüğüm acı
tamamlandı
çalsın şimdi valsler
mumlar hüzün aksın
hazırım
eski bir konakta
aklını yitiren kadının olmaya.

içimde büyüttüğüm acı
tamamlandı
geçsin şimdi trenler
raylardan gece damlasın yüzüme
hazırım
uzak bir şatoda geceleri dolaşan
kadının olmaya.

içimde büyüttüğüm acı
tamamlandı
geçsin şimdi aramızdan
porselen sesleri ve kahya
dışarıda yağmur gümüş ve barok yağsın
hazırım.. rımm.. mm
bu uzun masada, uzak
kadının olmaya.

içimde büyüttüğüm acı
yanıltıyor.

4

yüzünün
kuytuluklarında büyür kadının
sorular
tarifi ve tasnifi olmayacak
aşklar giyinir
öyle çıkar kış sokaklarına,

dışarıda kar usulca söylenir.

her sabah sayarak kendini
acil ve itinalı aşklar biriktirir
sevgilinin koynunda mavi bir deniz
göklerinde kumral olacak kadar,

dışarıda kar usulca söylenir.

kışın
kuytuluklarında büyük kadının
sorular
tarifi ve tasnifi olmayacak
incelikler giyinir
bir hattat edasıyla çıkar
kış sokaklarına,

dışarıda kar usulca söylenir
içimde kirli
kekeme çocuklar büyür.

dışarda kar usulca söylenir
içimde gidilmemiş parklar
dedesi olmamış çocuklar üşür.

suskunluğu ve dilsizliğinde
büyür kadının sorular
içimde yağmurlar boşaltan çocuklar
elimden şeker
yüzümden şaşkınlık düşürür.

kendime de kırıldım az çok
hayatımdan teğet geçen kadınlara
olduğu kadar,

dışarda kar…

19 Kasım 2010 Cuma

Sen Gideli / Metin Eloğlu

yarın sabah yüzümü de yıkamayacağım
donum fanilam leş gibi oldu hele
tırnaklarım uzadı kesmeye üşeniyorum
biri sevabına çişimi de ettirse

sokağa çıktım mıydı akşam serinliğinde
bacaklarımda derman yok
rakı makı içiyorum gene olmuyor
ne sabri’ye uğradığım var ne celile’ye

başım dönüyor içim sıkılıyor ha bire
bu dünyada pırıl pırıl şeyler vardı hani
cümbüşler vardı kahkahalar vardı hoşbeşler vardı
hepsi peşine takılıp gitti mi ne

anlamam o kadar incesini
sen yanımdayken yaşamak güzeldi işte
bana maşallah derlerdi ne iyisin derlerdi
neysem neyim kime ne

kırtiplim bomboğum esiriklinin biriyim
dünya yıkıldı altında kaldım sanki
anlaşılan bu birisinden kazık yedi diyorlar
sen gitmeseydin de keşke

et sevmezdim ya inadına cızbız köfte yiyorum
küfür ediyorum sokaklara tükürüyorum
nerde o efendilik, kılı kırk yarmalar
adam sen de

tokalaşmalarla merhabalarla da ilişiğim yok
işımış istanbul’a bayılırdım bir vakitler
yaz bitecek diye ödüm kopardı
şimdi hepsi bilmemneyime

ya büsbütün yitirsem seni
ölsen ya da başka erkeğe varsan
sana dokunamasam sesini duyamasam
bırak alasen insanı deli etme

odayı mürvet hanım derleyip topluyor
temiz pak bir lokanta buldum sözde
sağa dön olmuyor sola dön olmuyor geceleri
önümüzdeki salıya gel bari

***

bu aralar büyük harflerle aram hiç iyi değil. (by the way, special thanks to znur.)

4 Eylül 2010 Cumartesi

Meçhul Öğrenci Anıtı / Ece Ayhan

Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı,
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür.

Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:
- Maveraünnehir nereye dökülür?
En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı:
- Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine!dir.

Bu ölümü de bastırmak için boynuna mekik oyalı mor
Bir yazma bağlayan eski eskici babası yazmıştır:
Yani ki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştım

O günden böyle asker kaputu giyip gizli bir geyik
Yavrusunu emziren gece çamaşırcısı anası yazmıştır:
Ah ki oğlumun emeğini eline verdiler

Arkadaşları zakkumlarla örmüşlerdir şu şiiri:
Aldırma 128! İntiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında
Her çocuğun kalbinde kendinden büyük bir çocuk vardır
Bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek

12 Ağustos 2010 Perşembe

Nar / Birhan Keskin

çiçeklerin eksilen suyuna su,
yazın yanına hatırayı ekledik,
çekirge sesleri ve
öğle güneşi altında narın
olgunlaşmasını bekledik.

bekledik, başka başka odalarda
çektiğimiz ağrı dinsin,
bir çocukluk düşü gibi
ince bir sızıya dönsün diye
yaza sedeften bir anlam ekledik

biliyorsun,
bir başdönmesi gibi sürüyor hayat,
yazların yanına yazlar ekleniyor,
zaman uzun bir sıcağa dönüyor burada,
ağırlığına duygunun, taşınamazlığına
ve yazlar hatıraya…

sığındığımız konuşmalar kesecek mi ağrıyı?
ağacın güzelliğindeki mânâ sönmeyecek,
köklerinde sürecek mi aşk?
ah benim hayal kardeşim,
bizim bu aşktan alacağımız var,
dinsin ayrı odalarda çektiğimiz ağrı,
yaz geçip gitsin ve olgunlaşsın nar.

11 Ağustos 2010 Çarşamba

One For The Road / Onat Kutlar



Akşam ağaçlarla kaplı sevgilim ve eteklerine
saçılmış yedi bakır göl olan kentte
mavi bir pelikan ayağı gibi
düşünceli duruyorum
hiç bir sey yazmaksızın, nicedir
geliştirilemiyen bir şiir
yaşam tutkusu

Akşamları bir uçurum gibi derinleşen
kalabalık barların kıyılarında
bir ağaca yaslanıyorum ıslanmak için
usulca yağan sarı bir çamın
iğneleriyle, yüzümde bir opus sıcaklığı
gelip geçen kadınlardan
ve nedense hiç geçmeyen
kaçış duygusu

Akşam olmadık şeyler düşünüyorum bir idam mahkumunu,
kahvaltıda ne yediğini çöpcü çocuklarının
kalabalık bir caddenin ortasındaki çınarın
hangi mevsimde budandığını niçin
savaşlarda yitmiş ordular gibi
görünmeden geçtiğini dostlukların
Bir menekşe yaprağının bir kuleden
bizim için sessizce
savrulduğunu

Akşamları geç saatlerde sevgilim
gizli bir şiddet sarıyor kasıklarımı
her saat başında yarı çıplak melekler
beliriyor gölgeli yatağımın
ayak ucunda ve toplayarak
diş kırıklarını bir adak gibi
cennetin kapısına bırakıyorlar
Karşılığında, ne var sahiden karşılığında?
Hamiline yazılı bir bağışlanma çeki
ya da uyku

10 Ağustos 2010 Salı

Edip Cansever Otobiyografisi


“/8/1928. babam kur’an’ın arkasına yazmış doğduğum tarihi. sonra da nüfusa kaydettirmiş. pek sevinmiş erkek olmama. benden önce iki kız, benden sonra bir kız, böylece dört kardeş oluvermişiz. doğduğum ev istanbul’da, beyazıt’ın arkalarında, soğanağa dedikleri bir yer. annem küçükken göstermişti : “işte sen bu evde doğdun!” bir süre sonra —herhalde ben çok küçükken— saraçhanebaşına taşınmışız. şimdi aksaray’a inen geniş asfalt caddenin tam üstünde bir ev. bir küçük bahçe, bahçenin çevresi hep ev, bir kuyu, bir ayva ağacı, bir çardak. bitişiğimizde nigâr hanım oturuyor kocasıyla ve kardeşi kenan beyle. nigâr hanım a. hamdi tanpınar”ın kızkardeşi. tanpınar da orda oturuyor ama her zaman değil sanıyorum. belki de yolculuklara filân çıkıyor arada. bahçelerinde bir erik ağacı var. mevsimi gelince ara yerdeki duvara çıkıp erik yoluyor ve bahçemize atıyorum. babam ve annem çankırı”nın atkaracalar köyünde doğmuşlar. ikinci dünya savaşında havacı çavuş yapmışlar babamı. görevi istanbul’da. becerikli adammış ki, çarşıda —kapalıçarşı’da— bir şeyler alıp satmaya başlamış. sonra uzunköprü’de keşan’da, daha başka yerlerde panayırlara, sergilere katılmış. sonra dedemle ortak olarak bir dükkan tutup işletmeye başlamışlar. daha sonra dedemden ayrılıp bir başına sürdürmüş işini. ev kendi evimiz olmuş. yemeğimizi yer sofrasında yiyoruz. çoraplarım babamın çoraplarının küçültülmüşü. pantolonum yeniyken bile yamalanır, annemin “süvari” dediği bu yama sayesinde uzun süre giymem sağlanırdı. oyuncağım, bir sepete doldurulmuş tahta parçaları, tekerlekler, teller, bir sürü ıvır zıvır. annem sık döverdi, babamsa yılda bir iki kez. tavanarasına kaçardım, merdivenlerden yorulur, yetişemezdi bazan annem. bir keresinde yetişti, dama çıkacağımı anlayınca korktu ve vazgeçti. umutsuzlar parkı’nda yazmıştım bunu sanıyorum, ama hangi şiirdeydi, şimdi hatırlayamıyorum. çok çalışırdı annem. koca evin temizliği, yemeği, bizim bakımımız onun üstündeydi. babamın kazancını bilmem ama eli sıkıydı iyice. evimizdeki tek kitap, parça parça açılıp uzayan bir uçak resimleri kitabıydı. etrafımız arsa doluydu. karşımızda çok büyük bir bahçe, ağaçlar içinde bir köşk vardı. dolmabahçe sarayından büyüktü sanki. şimdi park yaptılar. siirtli aileler otururdu aşağı mahallelerde. çocukları bizleri dövmeye, ya da ikinci kızkardeşimle imâl edip satmaya çalıştığımız fırıldakları yağmaya gelirlerdi. en sevinçli günlerimizi, dedemin ya da dayımın polatlı”dan misafir gelmeleri, bizlere birer küçük nestle çukulatası getirmeleriyle yaşardık. dedem, polatlı’daki dükkanına mal almak için çarşıya giderken beni de götürür, şiş kebabıyla komposto yedirir, en büyük zevkim bu olurdu.

bir gün mektebe gideceksin, dediler. annem götürdü, müdüre rica etti, altı yaşını bitirmeden ilk okula yazıldım. ilk gün, arka sırada, konuşuyorum diye bir tokat yedim öğretmenden, sanki evde yediklerim az geliyormuş gibi. ertesi gün karyolanın altından çıkarıp —annemle babamın karyolası, biz yer yatağında yatardık— gönderdiler okula. yavaş yavaş alıştım bu işe, okula ısınamadım ama göğüslüğüm, beyaz yakam biraz hoşuma gitti. yedi sekiz yaşında yavrutürk, daha sonraları ateş çocukları gibi dergiler almaya başladım. yirmi üç nisanlar gelip geçti. yerli malı haftaları akıp gitti böylece. beni eve meleklerin getirmediğini öğrendim. son sınıfta güler ismindeki bir kıza, sonra da nebahat’a aşık oldum. birinin de bacağını sıktığımı hatırlıyorum. okul tatil olunca, babam iş öğrenmem için dükkana götürmeye başladı beni. dayaktan daha fena geldi bu bana. sıkıldım ve nefret ettim. para kazanmaya başlayıncaya kadar sürdü bu nefret, sonra sonra alıştım. üstüne üstlük, akşamları eve ne taşıyacaksak bir kısmını da ben yüklenirim, tramvay masrafı olmasın diye, yürüye yürüye kapalıçarşı’dan eve dönerdik. kaburgaları sayılan gövdem için oldukça ağır bir işti bu da. ayrıca kafam da çok büyüktü gövdeme göre. okulda “koca kafa edip” diye kızdırırlardı. bir de mektep dönüşü kavgaları… kimseyi dövebildiğimi hatırlamıyorum.

56. ilk okul bitti. sünnet oldum. babam fatih’te on bin liraya bir apartıman aldı. ikinci dünya savaşı başladığı için emlak fiatları çok düşüktü. babam da kazanmış ve biraz tutmuştu galiba. üst katına yerleştik. adam gibi masada yemek yemeye başladık. yirmi kedisi olan nigâr hanımın, kedileri yavrulayınca gönderdiği lohusa şerbetleri, arada bir gelen ölü helvaları, çok iyi komşumuz olan —ayrıca çok iyi iki insan— gülsüm hanımla rıza bey gerilerde kaldı. cami avlularında kiraladığım bisikletler de geride kaldı. cambazlar gene vardı ama. fatih itfaiyesinin bahçesindeki gösteriler de. o güzelim itfaiye müzesi de, sanki donuk donuk balmumu kokan. akşamüstü caddeler sulanır, fatih’e giden tramvaylara atlardık. çok hoştu. ama cambazları hiçbirine değişemem. bir meydana yerleşirler, bir hafta gösteri yaparlar, son gün telin üstünde kurban kesme numarasına girişirler, aşağıdan “kesme, kesme!” sesleri gelir, güya hatır için vazgeçerlerdi. ah o meyvalı gazoz kokuları! kokusu hâlâ burnumda. bir de kapıcı ismail efendinin süslü dondurma arabası. ya çeşit çeşit gazoz kapakları! kıl testere ile kesip boyadığım kontraplaktan yapılmış yedi cüceler, pinokyolar, mikiler,v.b.

istanbul”da karartma var, istanbul bombalanacak! babam bizi doğduğu köye götürüyor, dört ay kalıyoruz. harman yerinde futbol maçları… değirmen’e buğday götürüyoruz, ununu fırıncı seniye kadına veriyoruz, bize ekmek yapıyor. döğenin üstünde, öküzleri sürüyorum, biri pisliğini edeceği sıra bir teneke tutup topluyorum onları, sonra samanla karıştırıp tezek yapıyoruz. harmanda buğday kurutuyorum, kuşlar yemesin diye bekçilik yapıyorum. samanlıklarda on metre yükseklikten atlayıp gömülüyoruz samanların içine. dört ay yalınayak gezdim. kadınlar giremezdi çarşıya. görüp göreceğimiz tek meyva öküz eriği. et bulmak daha da güçtü, ne zaman ki bir hayvan öldü ölecek, keserler, tellal bağırtırlardı. paramız yok değildi belki. ama savaştı belimizi büken. susayınca yoldan geçen kızların bakraçlarından su içmek olağandı. bekir efendinin arabasıyla dört saat sürerdi. çerkeş”e gitmek. arada gidilirdi. biraz sebze yüzü görürdük böylece. derede balık tutardık, yağmur duasına çıkardık. bir gün demir yolunu tamamladılar, çiçeklerle donatılmış ilk tren atkaracalar’a girdi. idare lambalarıyla, helası dışarda kerpiç evlerle, binbir yamalı elbiseler —daha doğrusu çullar— içindeki insanlarla kaynaşan köye tren girdi. sonra istanbul’a döndük.

orta okuldayım. tanpınar’ın kardeşi kenan bey velim. ikinci sınıftayım yani, kumkapı orta okulu’nda. birinci sınıfı gelenbevi orta okulu’nda okudum, fatih camisinin arkalarında. anılarım çok silik. tarzan kartlarıyla “alt mı üst mü” oynamak, üstünde hayvan resimleri bulunan kabartmalar alıp satmak, başka?.. başka bir şey yok. ikinci sınıfta ilk şiirimi yazdım. bir çocuk dergisine yolladım ve çıktı. artık şairdim. hayat ansiklopedilerini toplayıp ciltlettim. bu ara horozum da öttü, erkekliğe geçtim. son sınıfı da aynı okulda okudum ve bitirdim. kumkapı’dan çok iz kaldı bende. istasyon, mendirek, kiliseler, ermeni evleri… kızıl ve sivri sakallı müdür, balıkçılar, gedikpaşa meyhaneleri… martılar, iyot kokuları… sonra langa bostanlarına gitmeler, yenikapı”daki kömür iskelelerinde yüzme öğrenmeler, donumuzu başımızda kurutarak eve dönmeler. ilk radyo, ilk pikap. münir nurettin’in, safiye’nin, müzeyyen senar’ın plakları.

istanbul erkek lisesi’ne girdim. öğleyin çıkmak yok. ekmek karnemizi unutursak, bahçe penceresinden ayva, leblebi alıp yiyoruz. geneleve ilk defa onuncu sınıftayken gittim. şiir yazıyorum ve tevfik fikret’in etkisindeyim. salim rıza kırkpınar çok iyi şiir okuyor. şiiri başka türlü sevmeye başlıyorum. son sınıftaki hocam hakkı süha gezgin. şiiri yasaklıyor. bir ara çınaraltı dergisi okuyorum. aruzla bir şiir yazıp yolluyorum, orhan seyfi’nin bir cevabı çıkıyor: şiiri heceyle yazmışım ve bazı dizelerde bir hece eksikmiş. heceyle bir şiir yazıp yolluyorum ve öbür şiirimin aruzla yazıldığını ekliyorum, şiir yayınlanıyor. sonra istanbul dergisine bir şiir yolluyorum, çıkıyor, ikincisini yolladığımda, cevaplar kısmında beni dergi yazıhanesine çağırıyorlar. neşet halil atay’la mehmet kaplan’la tanışıyorum. ondan öyle toplantı günleri oluyor, uğruyorum. şiirleri kendim götürüyorum artık. okulun bahçesinde dama oynuyorlar öğle aralığında. bir arkadaşım var, biz toplumculuk tartışmaları yapıyoruz. akşamüstü muhakkak ankara caddesindeki kitapçılara uğruyorum. artık yeni şairleri tanımaya başladım tabiî. şiir kitabı istiyorum, veriyorlar. daha çok abc kitabevinden alış veriş yapıyorum. klasiklerden çıkan kitapları da kaçırmıyorum hiç. yunan klasiklerini yutarcasına okuyor, konuşmalarda sokratesçilik yapıyorum. gene bir kitapçı dükkanında çalışan bir kız var, bana kitap ayırıyor. bir defasında sait faik’in medarı maişet motoru”nu veriyor, “sakın kimseye söyleme benden aldığını, kitap bugün toplatıldı çünkü” diyor.

okul bitiyor. yakın arkadaşlarım yüksek ticaret’e kaydoluyorlar. ben de onlarla birlikte tabiî. biraz da babamın isteği baskın çıkıyor. bir yandan da anahtarları tutuşturuyor elime, dükkanın anahtarlarını. düşünüyorum, ne olacak sanki yüksek ticaret’i bitirip de, deyip okulu terkediyorum.

birayla votka içmeler başlıyor ekspres’de, orman’da. bir kıza aşık oluyorum (mefharet değil). ardından hemen evleniyorum. müthiş kitabımı, ikindi üstü’nü o sıralar çıkarıyorum (sende yoktur inşallah). önüme gelene veriyor ya da yolluyorum. varlık’ta melih cevdet’in kısa bir tanıtması çıkıyor. seviniyorum. orhan veli, sanırım adı “karikatürden şiire” adlı bir yazı yazıyor. benim bir mısramı alarak, böyle mısra yazılmaz anlamına bir şeyler söylüyor (bak: nesir yazıları). oysa şimdi mısra hep böyle yazılıyor. ha, kitabı yayınlamadan önce tanpınar görmek istiyor, bir ramazan günü, tünel’de narmanlı yurdundaki yerine gidiyorum. çay fincanlarının içinde kahve getiriyor ve başlıyor okumaya. (merakla bekledim bekledim. bitirdi, gözlüğünü çıkarıp masaya koydu. ve dedi: “bunlar çok güzel şeyler, ama çok. ne var ki hiçbiri şiir değil.” hiçbir şey anlamadım tabiî. bütün odayı reprodüksiyonlarla doldurdu, bana uzun uzun resim anlattı, müzikten, valery”den söz açtı. bir süre sonra çıktım. doğru haşet”e gittim. bir sürü resim aldım, valery’nin mélange’nı aldım. ertesi gün bir fransızca hocası tuttum, aylarca ders aldım. karşılıklı konuşmaya başlamıştık bile. bir gün dedim ki bizim hocaya, biraz da valery okusak olmaz mı? olur, dedi. açtık kitabı, adam bir türlü çeviremez türkçeye. hoca çeviremezse ben nasıl çevirirdim ilerde? baktım olacak gibi değil, kestim ders filan almayı, doğru meyhaneye. o zamanlar nasıl anlıyabilirdim ki, bizim hoca şiirceyi bilmiyor asıl.)

asmalımescitte, elit diye bir pastahane vardı. o zamanlar orda toplanırdı sanatçılar (sait faik’in bir röportajı vardır). bir gün dükkana ben yaşlarda iki kişi geldi, dergi çıkarmak istediklerini, benim de yazmamı ve başka yazarlardan yazılar istememi söylediler. elit’e gittik. dergi çıksın, görelim de, ondan sonra, dedi oktay akbal. ötekiler de böyle söylediler. arkadaşlar gitti, ben kaldım. salâh birsel geldi yanıma ve ilgilendi. şiir kitabımdan söz açtı. arkadaş olduk. uzun yıllar da arkadaşlık ettik. çok şey öğrendim ondan. nasıl mısra kurulur, şiirin bütünlüğü nedir, neler okumalı, nelere nasıl bakmalı, hepsini. bilmediği, korktuğu (o yıllar öyleydi, herkes biraz çekinirdi hiç değilse) toplumculuktu. bir gün (yıl 1949) askere gidelim dedi ve gittik. denize ayrılabileceğimizi söyledi. (sonra o heybeliada”da deniz teğmeni oldu, bense ömerli köyünde topçu teğmeni). lise mezunu olanlar gelibolu”da hazırlık kıtasında iki ay talim görüyorlardı ayrıca. önce gelibolu’ya gittim. ordaki sefaleti anlatmam için sayfalar dolusu yazmam gerekir. şu kadarını söyliyeyim ki, orda burda şiir yayınladığım için çavuş çıkmaktan çok korkuyordum. o yıllarda serbest nazımla yazan şairlere komünist damgasını vuruyorlardı hemen. yaprak dergisi çıkmaya başlamıştı. onu bile gelibolu’ya indiğim zaman alıyor, bir kuytuda okuyor, bazan o. veli”nin bir şiirini ezberledikten sonra yırtıp kıta”ya dönüyordum.

iki ay bitti. on gün izinden sonra ankara’ya gittim. okula başladım. o sıralar yeni bir dergi çıkmıştı. benim de bir şiirimi yayınladılar. ataç merak etmiş, salâh birsel’e beni tanıştırmasını söylemiş. sonra salâh acele istanbul’a gittiğinden biz nahit ulvi ile (öyle sanıyorum) gittik. özen pastanesinde oturduk. ilk sorusu “ruhun içinin içi nedir?” oldu. afalladım tabiî. meğer peyami safa’nınmış bu cümle. cevap veremedim ama kızdım. beğendiğim şairleri sordu, ters cevaplar verdim. herhalde benden hoşlanmamış olacak ki, biraz daha oturduk ve ayrıldık. sıkıntılı okul hayatı yavaş yavaş eridi. yalnız pazartesi günleri, ataç”ın yazılarını okuyabilirdim ulus gazetesinde. başka gazete girmezdi okula. bir gün hürriyeti seçtim kitabını getirdiler, isteyenin alabileceğini söylediler. bir tane aldım. tabiî antisosyalist bir kitap. yalnız bir cümleye takıldım, bir amele, bilmem kaç yaşında emekliye ayrılmıştı… hafta sonları üç nal lokantasında içerdim, oraya arada gelen o. veli’yle tanışmak umuduyla. sonra kaynak dergisinde, buluşurduk yeni tanıdığım arkadaşlarla. en yakın arkadaşım çavuş çıktı. bir gece alıp götürdüler. ne de olsa insan bilmeden de arkadaşını seçebiliyor. altı ay süresince o kadar laf ettik de, fikirlerini söylemedi. mehmet kemal’i devre ortasında götürdüler zaten. sanırım 40 kişi kadar çavuş çıktı o devre. evet, askerlik bitti.

istanbul’dayım. işten eve evden işe. arada bir beyoğlu’na tabiî. artık bir yığın sanatçı tanıyorum. salâh, alp kuran, nermi uygur filan içiyoruz bazan da. şiirlerim yenilik’te yayınlanıyor çoğun. salâh götürüyor tabiî. bir gün şato’da (eski mazarik) hüsamettin’le tanışıp aynı masada oturuyoruz biraz. bir şiirim çıkmıştı yeditepe’de. bana, “böyle ince şiirler yazdıkça getir”diyor. ondan öyle yeditepe’nin yazarı oluyorum. o. kemal, m. buyrukçu, ben bir üçlü oluyoruz. sonra bizim m. eloğlu ile arkadaşlık kuruyoruz. degüstasyonda içmeler başlıyor. yıllar akıyor böyle böyle. sonra turgut, cemal, ilhan berk… ve sonra? sonrası iyilik güzellik.

hayatımda en önemli olay: kapalıçarşı yangını. dükkanım yanmasaydı sanırım şiir filan yazamazdım. ve jak (ortağım) anlayışlı davranmasaydı.

işte böyle reis, kitaplar, şiirler ortada. soracağın bir şeyler olursa yanıtlarım. bütün bunları yazarken aklıma o kadar çok şey geldi ki, hepsini yazsam kitap olurdu. bu kadarıyla yetinelim şimdilik. bir de şu var: bu yazıdan yararlan ama, gerekli olsa bile koyma yazının içine. bir renk, bir koku gibi kalsın sende. sevgiler, selamlar reis.”

[ http://www.eksisozluk.com/show.asp?id=16552268 ]

9 Ağustos 2010 Pazartesi

Bitti O Sevda / Edip Cansever


Bitti o sevda kesildi çığlıkları martıların
Su gibi bitti, suya karşıt gibi bitti
İtti kıyıyı adına deniz dediğimiz şey
Unuttuk ikimiz de her türlü yetinmezliği
Kaybetti kumarda gözlerim
Kaybetti kumarda gözleri.

Bir koru rüzgarlandı göğüs boşluğumuzda sanki
Uzaklaştı ağaçlar birbirlerinden
Yakınlaştı ağaçlar birbirlerine
Yani her soluk alıp verişimizde bizim
Bir mekik gibi kalbin
Bir mekiği gibi kalbim
İşleyip durdu bu yitikliği yeniden.

Ne kaldı
Farkında mısın bilmem
Gündüzler..
Gündüzler biraz azaldı.

(very special thanks to aylin)

4 Ağustos 2010 Çarşamba

Senfoni / Turgut Uyar


Önce sesin gelir aklıma
Çaresiz kaldıkça hep seni düşünürüm
Güzel olan, dolgun başaklardaki sarışın sevinçli
Sonra cumartesi günleri gelir
Sonra gökyüzü gelir hemen kurtulurum
Bir yağmur yağsa da, beraber ıslansak.

Kırk kere söyledim bir daha söylerim
Savaşta ve barışta, karada ve denizde,
Düşkünlükte ve esenlikte
Zamanımız apayrı bize göre
Yanyana olduk mu elele
Aç kalsak ağlamayız biliyorum.

İçim güvercinleri okşamış gibi rahat
Sen yanımdayken ister istemez
Geniş meydanlarda akşam üstleri
Üstüste üç kere deniz, üç kere çınarlar.

Sen yanımdayken ister istemez
Uzak ırmakları hatırlıyorum.

Arasıra düşmüyor değil aklıma
Yabancı kadınların sıcaklığı
Ama Allah bilir ya, ne saklıyayım
Yanında ihtiyarlamak istiyorum…

25 Temmuz 2010 Pazar

Bir Nedeni Yok Yalnızca Öptüm / küçük İskender

Dudaklarım gerisin geriye çekildi; ağdalı bir sıvının ağır ağır örttüğü, korkunun biçim kazanıp ayağa kalktığı ve ‘hey bana bir şeyler söylemenin vakti geldi’ dediği zamanlarda bekledim seni; gözlerimi kapadım. Bekledim. Beklerken, özlemenin hangi geçitleri geçilmez kıldığını, hangi duyguların insanı hayata kazandırdığını, basite indirgenmiş hüzünlerin geceleri dinlenmeye müsait şarkılarla şahlandığını anlatamadım. Evet, bilmiyordum. Bilmiyordum, kelimelerden arınmış bir cümle kurar gibi sevişmeyi. Sevişirken sözlük kullanıyordum hala. Ama, seni seviyordum. Ve sevdiğimi, sevgimi anlatma telaşıyla hata üstüne hata yapıyordum sana. Sana yaklaşamıyordum. Yasaklanmıştın adeta. Çiğnemeye çalıştığım yasak olsan da, uzak dursan da, o korkunç şeklini korusan da, farketmiyordu hiçbir şey. Küçük bir ateş. Küçücük bir ateştin sen. Sönmekten ürken bir ateş. Bir su damlasıyla bütün görkemini kaybedebilecek bir ateş. Aşkın mecali kalmamıştı. Sessizce sokuldum yanına. Acıyla irkildin. Gülümsedim. Gülümsememe anlam veremedin elbette. Kimdi bu? Ne istiyordu? Tanımadığın biri. Hatıralarını darmadağın etmeyi planlamış bir yabancı. Fuzuli bir beden, karşındaki. Usulca uzandım,

Bir nedeni yok. Yalnızca öptüm.

Kimi geceler penceremden uzayı seyrederim. Uzayın adını ben koymadım. Uzayın adını yıldızlar, gezegenler kendi aralarında kararlaştırmışlar. Rahatlatır beni o. Bütün yağmurlar, uzayın derinliklerinden gelip yağar diye düşünürüm. Yağmurlar başka galaksilerden gelip yağar. Romantizme uyum sağlamak için de değil. Öyle. İşin gerçeği budur. Yağmurlar, bu dünyaya ait sanma. Bembeyaz bir yalnızlığın olmalı senin de. Lekesiz bir yalnızlık. Lekelenmeye müsait bir yalnızlık. Tedirginliğini buna bağlıyorum seni seyrederken. Pişmansın. Pişmansın kapıp koyveremediğin için sanki. Elinde olsa, avaz avaz bağıracaksın sokaklarda. ‘Neyim ben? ! ’ diye haykıracaksın. Olmuyor tabii. Olmuyor. Sıyrılır gibi lüzumsuz bir yerden, sıyrılıp kendi affına sığınıyorsun. Beni anlayacağın günler gelecek. Beni de göreceksin. Benimle tamamlanacak bir şeye benziyorsun çünkü. Korkma lütfen,

Bir nedeni yok. Yalnızca öptüm.

Çocukluğumdan söz etmek isterim sana, eğer sıkılmazsan. Bir gün otururuz evde, ben sana hayatımı anlatırım dakika dakika. Kaç yaşımdaysam, o kadar yıl sürer konuşmam. Çay pişiririz. Çaydanlığa su yerine votka koyarız sen dilersen. Sonra da sen anlatırsın: Sevdiğin filmleri, sevdiğin parçaları, sevdiğin canlıları, sevdiğin… hep sevdiğin şeylerden konu açarsın. Ben sıkılmam. Ben seninle sıkılmamayı seni ararken öğrendim. Seni hayal ederken keşfettim sıkılmamanın azametini. Bir insan, bir insanı sıkamaz. Bir insan canı isterse sıkılır. Hacimler açarım sana içimde, dolman için, oraya akman için. Hacimler açarsın bana; çağlayarak gelirim. Endişelenmen gereksiz,

Bir nedeni yok. Yalnızca öptüm.

Olması gerektiği kadar fedakar biriyim aslında; daha fazlasını umma açıkçası. Endişelerim, ideallerim, halletmeye çalıştığım meselelerim var. Başkalaşmaya çalışıyorum. Gözardı edilmiş tutumlar edinmek hoş. Değişmek, hiç de zor değil. Yalnızca özgür olabilsem, sorun kalmayacakmış gibi sanki. Anlaşılmak istiyorum: sevdiğim bir şarkıyı herhangi biriyle paylaşırken aynı duyguları hissetmek arzusu bu. Evet, tıpkı bu. Sese, ahenge kapılırken, kendini müziğin ritmine verirken yanında bir diğerinin olabilmesi; görkemli bir anda birlikte sadeleşebilmek. Birlikte dansedebilmek gibi. Sen hastayken başucunda birinin sabaha kadar oturması gibi. Arada bir alnındaki teri silmesi, üstünün açılmamasına dikkat etmesi gibi. Bir başkası için hayatta kalma çabası gibi sanki. Ölmek için değil, yaşamak için uğraşmak gibi. Ummadan, hayal etmeden, sıradan, olduğu gibi.doğal. Ve ciddi. Ciddi ciddi hayatla mücadele edebilme gücü. Bu gücü yanyanayken yaratabilme yeteneği. Ben bu yeteneğin bir parçası olarak sokuluyorum sana. Masallarla geliyorum. Efsanelerle geliyorum. Herhangi bir insanın birikimiyle geliyorum aslında. Artniyetsizim. İnan,

Bir nedeni yok. Yalnızca öptüm.

Bazı sorulara cevap bulamadım; kuşkusuz gerekli de değildi bu. Soruyu soru halinde bırakıp sahici yanını korumaya çalışmam, cehalet mi sanıldı acaba? ! Bedenlerin bedenlerden istedikleri, ruhların, ruhlardan çıkarttıkları, karşılıklı acıların birbirlerinin etkisini arttırdıkları vakitlerde düştün aklıma. Aklıma yayıldın. Ne kaybedebilir, ne kazanabilirdim ki artık: Ortadaydım işte! Bir başkasının mal varlığına dönüşmeden yaşayabilmenin yalnızlığıydı bu. Hayır! Melankoli diye adlandırma bu durumu; ortak bir açı yakalayamama sorunu galiba. Her kadın gibi doğurmak hevesi, her erkek gibi dağların doruklarında biraz gözden ırak hüzünlenme denemeleri aslında. Kusura bakma, kafam biraz dağınık,

Bir nedeni yok. Yalnızca öptüm.

İnsan inandığı şeyler uğruna muhteşem hatalar da yapabilir. Kızmamalısın. Darılmamalısın eğer bir kardeşlik varsa aranızda. Sevgi, hoşgörü takıntıları da değil. Bir elmanın kırmızı olması, bir gülün öyle kokması, bir derdin halledilmesinin ardından gelen ferahlık kadar sıradan ve güzeldir hata yapmak da. Aşka çılgınlığın yakıştığı çağları neden unutalım? Neden tarihin çuvalına tıkalım tatlı serseriliği, az biraz sergüzeşt olmayı? ! Ilımlılık mı kurtaracak insanlığı? Alttan alma mı örtecek bunca çirkefi, zorluğu, belayı? Demokrasi, senin saçlarından güzel olamaz. Senin yüzünden daha güzel olamaz krediler, faizler, repolar, tahviller. Dünyanın en uzun gecesi 21 aralık değil, beni terkettiğin gecedir. Beni üzdüğün, yorduğun, yıprattığın gecedir. Bir kabahat mi gerçekten kendi dışında birine hayranlık beslemek? ! Gerçekten kırıyorsun beni,

Bir nedeni yok. Yalnızca öptüm.

Birinin peşindeyim ben; tanımsız bıraktığım birinin. Sessizliğin doyurduğu, biçimli ve endişeli birinin. Düşüncelerimi zapteden, kelimelerimi korkutan birinin. Yanında huzurlu uyuduğum, mutlu uyandığım birinin. Onunla olmakla, onunla birlikte yaşamakla gizli bir gurur duyduğum, asla kıskançlığa ya da sahiplenmeye dönüşmeyen bir tutkuyla bağlandığım birinin. Onu arıyorum göğe her baktığımda; bir melek gibi uzanıp yüzüme dokunacağını tasarlıyorum. Bütün aşkların payına düşen şiddetten arınmış, başkalarına aynı/ birbirimize farklı koktuğumuz bir sevginin yolu bu. Cesaretimi ondan alıyorum pervasızca ve yine ona ben cesaret veriyorum mücadele ruhunda. Bir sır gibi saklıyoruz misafirliğimizi. Hüzün bitince geri döneceğiz çağımıza. İnsanlığa karışmaya hazır yapışık kalpler taşıyoruz aşkımızda. Bizim aşkımız hakikaten beden gücü gerektiriyor akıl kadar. Yapacak çok işimiz var. Dövüşecek çok düşmanımız var. Kucaklayacak çok arkadaşımız var. Bizim sebebimiz bu. Bizim fazlalığımız bu. Belki de iksirimiz. Kanayan yüzlerle çevrili bir gezegende, fırtınaya karışan bellek tozlarımızla, erdemlerimizle, ideallerimizle ayaktayız. Yalan söylemiyorum

Bir nedeni yok. Yalnızca öptüm.

Evet, sen de isterdin sanırım huzurlu yaşayabileceğin bir hayatın planlarını yapabilmeyi; kolaya indirgenmiş, biraz fazlayı aşırılıkta aramayan, ölçülü bir heyecanla kritersiz bir maceraya aday kahraman olmayı. “Rüzgara dur, yağmura yağma, mevsime değiş” demeyi; doğru, hepimizde biraz tanrıyı kıskanmak var galiba. Bütün günahlar da buradan kaynaklanıyor adeta. Hırslarımızın, çekincelerimizin odağı burası. Kazanmaktan çok, kaybetmeyi göze alabiliyoruz. Çikolata bile kurtlanabilir. Dondurma erir. Çiçek solar. Galiba önemli olan, onları yerinde yaşamak, yerinde korumak! Birer hatıraya dönüşseler bile! Kaç ölüme kaç doğuma şahit olduğunu hatırlayabiliyor musun? Sevmek, ifade edebilmek kadar, ifadeyi unutmamaktır da.

Şimdi sessizce uzaklaşmalıyım. Çünkü beni anlamadığını, anlamak için uğraşmadığını, hatta bunu önemsemediğini biliyorum. Aynı otobandaydık ve birimiz birimizin yanından geçip gitti. Hafızasızlığı, gurur saymanın adil yanı! . Hangimiz süratliydik; önemi kalmadı. Hangimiz daha özveriliydik; bunun da.. umarım mutlu olursun. Bunu bir çöküntü anında da söylemiyorum. Hiç kimse aldatmadı ötekini; yalnızca böyleydik işte! . Yüzüme öyle bakma nefretle,

Bir nedeni yok. Yalnızca öptüm.

Benden uzaklaştıkça, bana ait olandan yakanı sıyırdıkça rahatlayacağını, herşeye yeniden başlayabileceğini sanıyorsun. Kimbilir, doğrudur belki de! . Adımın yaşamadığı, adımın özlemle anılmadığı yerlerde kime umut verebilirim ki zaten? Romantizmin tehlikesi büyük! Romantizmin tehlikesi büyük! Romantizmin esrarı büyüleyici! Romantizmin kanına girdiği insanlar bencil ve hırslı!
Ben seninle birlikte yaşlanabilecek kadar erken yola çıkmayı istemiştim; maceramız uzundu çünkü. Maceramızın tahakküm altına alınamayacak kadar mükemmel olması, donanımımızla ilişkiliydi. Ynni, sen ne kadar sevecensen, ben ne kadar yıpratıcıysam.. o da o kadar mükemmeldi. Özveri denebilir buna. Evet, buna özveri demek beni mutlu ediyor. İnsan, özverinin çocuklara ad olarak verilebileceği bir dünyada tanımını kaybediyor. Bu kaybedişteki kaosun ritmiyle çekiliyorum sana. Sen bir mıknatıssın şeffaf ve ben, çekilirken sana içimdeki alelade metal parçalarıyla, kan şekerim düşüyor, ağzım düşüyor, ellerim.. en çok da ellerim düşüyor! . Sakın ha üstüne alınma,

Bir nedeni yok. Yalnızca öptüm.

Ben seni kırmak için yaratılmadım. Uzun zamandır seni planlıyorum haksızca; cezalandırılacak kadar mı yabancı, tanınmaz ve suç yüklüydüm? ! Belki; seni çok yıprattığımın, bıraktığımın elbette farkına vardım, ama herşey mi benim aleyhte varoluşumla açıklanabilir? ! Beni, başta sana olmak üzere kimliklere karşı saldırganlaştıran koşulları tek başıma ben mi oluşturdum? Seni kaybettim. Bunu biliyorum. Seni kaybettiğimi sen çekip gitmeden önce de biliyordum. Ortadaydı. Bedel ve kefalet ortadaydı.. senin hakkında bir satır yazmamaya çalışmamın nedenini hiç düşündün mü? ! Sana ait olanları içten içe koruma uğraşı mıydı sanki bu: kuşkusuz. Hala da saygıyla ağlıyorum. Büyük bir tesadüfe yenildim, büyük bir eksen kaymasıyla, sihirbazın şapkasında sıkışıp kalan tavşan gibi,

Bir nedeni yok. Yalnızca öptüm.

Elbette kızıyorsun bana; belki en çok da bu zayıflığıma kızıyorsun: Tedirginliğime, seni kaybetme endişeme, telaşıma, şaşkınlığıma, titreyişime, ürpermem, anlamlarını anlamamış kelimelerle yetinmeme, müzakerelerde bulunmama, buhranların yorduğu bir gençlik yaşamama, bilincimi sana yönlendirmeme, sürekli sürekli içmeme, kelimlerin kifayetsiz olma durumuna, vesaireye vesaireye.. İnadıma öfkeleniyorsun. Seni bırakmama, seni özgürlüğüne salmama hiddetleniyorsun. Bu da aşk işte! Bu da entrika! Bu da soysuzlaşmanın, aşkın getirdiği dalaveralarla kendine kilitlenmenin başka bir çeşidi! Peki anahtar nerede sevgilim? ! peki anahtarın üzerindeki yivler kimin eseri? ! Dur, dur, bağırma,

Bir nedeni yok. Yalnızca öptüm.

Bunlar da geçecek şüphesiz. Seni unutmama kaç yüzyıl kaldı ki.. bir küsme, bir burulma biçimiyle gidişinin ardından şehrin gri cephelerine fevkalade ağır bir el bombası gibi düşen bunaltının bıraktığı korkunç acının unutulmasına kaç yüzyıl kaldı ki.. Yaralandım. Bütün noktalarımdaki nöbetçiler de yaralandı. Çığrından çıkmış bir ayaklanma gibi ağlamakta yalnızlığım. Bir gerçek aramıyorum felakete. Bir bahne göremiyorum arkadaşlarımın beni teselli etmek için söyledikleri kelimelerin hanesinde. Ama yokluğunu doldurmuyor sevda siyasetinin hançerleri. Ama bilemiyorum yağmurun ardından artık hangimiz suçlanacak.. Eğer hissediyorsan,

Bir nedeni yok. Yalnızca öptüm.

Ben sende ardı arkası kesilmeyen bir korku sevdim. Ben bir cüce çocuk sevdim sende sıska. Şiddetli ve hayret uyandıran manevralarla kendi kanına olan saplantılı aşkını sevdim. O rutubet kokan loş yüzündeki kanalizasyonları, az kelimeyle kurduğun cümlelerdeki gizli soru işaretlerini, barlardan çatlak bardak gibi atılmayı beklemeni, serserice patlamalarını, yuttuğun toplu iğneleri ve bir film hilesi hissi uyandıran utangaç hasret pozlarını sevdim. Dokunamadım sana. Parmakuçlarım neşterdi çünkü. Kırılan bir kemiğin sesiyle veda ederken,

Bir nedeni yok. Yalnızca öptüm.

24 Temmuz 2010 Cumartesi

Aşk / Cemal Süreya

Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git.
Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. Gitsinler.
Oysa ben senin gözlerinsiz edemem bilirsin
Oysa Allah bilir bugün iyi uyanmıştık
Sevgiyeydi ilk açılışı gözlerimizin sırf onaydı
Bir kuş konmuş parmaklarıma uzun uzun ötmüştü
Bir sevişmek gelmiş bir daha gitmemişti
Yoktu dünlerde evelsi günlerdeki yoksulluğumuz
Sanki hiç olmamıştı

Oysa kalbim işte şuracıkta çarpıyordu
Şurda senin gözlerindeki bakımsız mavi, güzel laflı İstanbullar
Şurda da etin çoğalıyordu dokundukça lafların dünyaların
Öyle düzeltici öyle yerine getiriciydi sevmek
Ki Karaköy köprüsüne yağmur yağarken

Bıraksalar gökyüzü kendini ikiye bölecekti
Çünkü iki kişiydik

Oysa bir bardak su yetiyordu saçlarını ıslatmaya
Bir dilim ekmeğin bir iki zeytinin başınaydı doymamız
Seni bir kere öpsem ikinin hatırı kalıyordu
İki kere öpeyim desem üçün boynu bükük
Yüzünün bitip vücudunun başladığı yerde
Memelerin vardı memelerin kahramandı sonra
Sonrası iyilik güzellik.

16 Temmuz 2010 Cuma

Aşk İçin Gece / Bejan Matur

1.
Olmamış iki hayvan gibiydik.
O gece,
Salınan bir kabuğun kalbinde
Karanlığı duyduk,
Bizden ötede
Ve geride.

Ay kendini dünyadan esirgemekle,
Aşkı veriyordu bize. Ben anladım
Ve dedim ki sevgilime,
Seninim. Göğün karanlık bir köşesinde
Küçük bir yıldız olmak arzusundayım
Ve bu istek,
İkimizi öldürmeye yeter.

2.
Sevişmek bir sarmaşığın kalbiyle düşünmektir.
Açmaktır kendini sonsuzluğa.
Açtım ruhumu
Çıplaktım
Çırılçıplak.
Birleşmek istiyordum karanlıkla.
Kainatın boşluğunda,
Peltemsi bir karanlıkla
Gövdeme bulandı yıldızlar.
Ruhum inceldi.
Ve bir çiçeğin taze aklıyla uyandı aklım.
Gözlerim yok.
Olmasın

Olmasın.

3.
Açtım kendimi bir zambak arzusuyla.
Bir zambak nasıl isterse çiğini sabahın
Ve gece nasıl gölgeli ve nemliyse,
Öylece açıldı ruhum.
Son arzusuyla yöneldim suya
Köklerimle bir kuyunun ıslak
Duvarlarına tutundum.
Köklerimin bana fısıldadığı yol,
Ölümümdü.
Bitti aşkım
Yoruldum.

Bitirdim aşkımı
Ve onu bir zambağın
Gövdesine sakladım.
Bir zambağın kendini açma arzusuyla,
Kapanma isteği arasında geçen an,
O andı hayatı yapan.
Ölümü ve aşkı içiçe kılıp
Bizi kuyuda tutan o an.

4.
Yaşlı
Yorgun bir hayvanın yatağına çekiliyor içim
Dağılıyorum.
Ağır kokuyor dünya, kan kokusu bu, korkunç.
Sevgilim döndü yalnızlığıma
Öptü alnımdan ve güzelleştim.
Böyle sabahlarda beni sevgisiyle acıtmış
Herkesi hatırlarım.
Eskidendi, koca bir ruhla giriyordum bahçeye
Mavi çiçeklere bakıyordum ve işte şu diyordum
Nasıl da benziyor bana.

Öyle ya,
Sevişmek bir sarmaşığın kalbiyle düşünmekti.

10 Temmuz 2010 Cumartesi

Yaz Konçertosu / küçük İskender

yaz
neden hırpalar ki ağustosu
henüz tenleri tütmemiş oğlan çocukları
ağızları nar güzel, gözleri portakal sarı
sahilde
şimdi sahile vurmuş yavru hamsi
gülüşmeleri, hepsi
benden birer ikindi tozu


hayatı
özetleme gürültüsüyle geçecek ömrümüz
pansiyonlar bütün dolu bütün oteller dolu hep
aslında hiç alışmak istemediğimiz bir sebep
gibi suçuyla, cezasıyla üstümüze kalacak güz


yaz
neden hırpalar ki ağustosu
özlediği meçhul yolcu için titrerken deniz
çakılın, yosunun, kumun büyük göğünde
şu garip ihtiyarların yorgun cıvıltısı
belki eskiyen bir gövde gibi ıssız, kırılgan
belki çürüyen bir gövde gibi zayıf, sıkılgan
ya da alaturkanın yüzyıllık intikamı
ya da lakerdada limon
rakıda biraz şalgam suyu arzusu


ne dinlesek bize caz artık
ne dinlesek, giden sevgilide zor ihtimal
alıp sürüklerken kapılıp sürüklendiğimiz ayrılık
ayrılık vakitlerinde sardunyalar sulanmaz


yaz
neden hırpalar ki ağustosu
biten sonsuz mevsim
resim niyetine çerçevelerken uyumsuzluğu,
ağır, darmadağın istirahatlere çekilir
ağlar ve aşklar,
içimizde yana yana kurur vedanın acı tuzu


topla sen de valizini durma buralarda
iki satır yürü
sus iki satır iki satır ağlama,
canını bağışlayan yazlardan geçmesini bilmeli
bunu yüce armağan bilmeli insan
sessizliğin heybetiyle dön yine kan kapanına
örtün hüzünle örtün ölgün döngüyle,
başına dikilen
mezartaşından başka sevgili de arama


yaşanılan o şey, o hayal, o tutku
belli belirsiz bir öğle uykusu


eylül herkeste böyle erken sönen gül ‘iken

yaz
neden hırpalar ki ağustosu

9 Temmuz 2010 Cuma

Yaz Mutluluğu / Edip Cansever

Sen bir karanfilsin, delisin
İçlisin de, bükersin hemen boynunu
Mendilimin içindeki kirazdır
Mendilimin içi kiraz
Bilmem ki, ne desem, yaz mutluluğu.

Nasılız ay ışığındaki dostum
Bütün bir gecenin uykusuzluğu
Bak şimdi her şey bir dengeye uydu
Bir domates, birkaç domates hemen hemen tartıldı
Bir sancı gibi yerleşti şuramıza özgürlük
Kirazlar kirazlar
Gözyaşları günbatımının
Karanfil kokusu.

Demiştim, evet
Söz haziranın
Şurdan burdan bir vapura binildi
Gümüş kafesinde denizin
Bir sürü kuştan geçildi
Sevgilim, canım mendilim.

Bir karabatak sürüsü dadandı bordamıza
Dadansın iyi
De bana kim bulacak denizim kalbini
Yeşimden oyulmuş ağaçlar
Kıyılarda
Kim bulacak kıyıların kalbini
Hepsini anlat, hepsini.
Anlat ki
Güneşli günler de sıkabilirmiş insanı
Bir raslantı gibi gelen mutluluklar da
Susarsak susarmışız da, ölçemezmiş kimse derinliğini
Kim bulacak derinliğin kalbini
Sana kızar mıyım hiç
Bana bir gül ver.

Sevgilim, canım mendilim
Mendilim kiraz dolu
Anlatamıyorum galiba
Hüzün değil yaz mutluluğu.

21 Haziran 2010 Pazartesi

Ben Size Ne Yaptım / Özdemir Asaf

Ben size ne yaptım
Çağrı mı, armağan mı, ceza mı
Ne vardı böyle karşıma geçecek
Ben ne yazılar ne çizgiler yitirdim hatırlamadım
Ne var ki sizinki onlar gibi gitmeyecek

Artık olan oldu
Gitmeniz gitmeseniz bir
Ben de düş kursam da kurmasam da
Aklıma yüzünüz gelecektir

Ben size ne yaptım,
Ne kötülüğüm dokundu size
İnanın -hoş niçin inanacaksınız-
Sizi şu ana kadar tanımazdım
İnanmak, bilmek yakışmaz size
Karşıma çıkmayacaktınız.
Karşımda bir resim gibi şimdi
Kuramadığım düşlerin çizdiği, siz
Hem gözüme hem düşüme
Çakılıp kaldınız
Renklerinize ve biçimlerinize
Düş dışı gerçeklerin çizdiği siz

Beni benden çıkardınız
Beni benden aldınız
Göz görmeye-görmeye
Bir uzağa bıraktınız
Kendime dönmeye artık çok geç.

17 Haziran 2010 Perşembe

Pera'nın Eski Bir Sokağında / İlhan Berk

Kuşlar kalkıyor Aya İrini üstünden
Bir sap ot kulaklarının arkasında.
Ben sonunda burdasın işte diyorum kendi kendime
Burda eski bir atlasın kesiştiği yerde.
Bir kedi gözlerini dikmiş sana bakıyor
Ve aşağılarda gök ne kadar aşağılarda olursa.
Ve karşıdan karşıya geçmeye çalışıyor bir kadın.
Ben seni düşünüp korkunç ince diyorum görmediğim boynu.
Önümden çerçiler askerler bıçak bileyiciler geçiyor
Ve asık suratlı kazmacıları dünyamızın.
Bir ses seninle aynı yarımadadayız diyor
Ve yitiyor sonra Pera’nın eski bir sokağında.
Pera’nın eski bir sokağını tepiyorum ben böyle her akşam
Her akşam tabanımda senin çamurun.

16 Haziran 2010 Çarşamba

Hayati Önemi Olan Acılar / küçük İskender




bir elmanın armuda dönüşebildiği yıllardı
çocukların bir azarla arızalandığı yıllar,
yağmurlardan sözederlerdi
aynalar emziren kadınlardan sözedercesine,
-küskün kırçiçekleri ölümcül bir talihsizlikti..-
kimi sözcükler kimi sözcükleri gizlerdi içinde
örneğin dEVRİMci, örneğin GÜZel
sözcükler büyüydü
sözcükler düğümdü
gökçekimine maruz martılarla gelirdi akşamüstü
o martılara takılıp giderdi sevinç ve huzur,
aşkın soyadı intihardı
yaşamın soyadı yorgunluk,
yeryüzünden militanlara, haklı şelaler akardı..

bir elmanın armuda dönüşebildiği yıllardı
sokakların bir kahkahayla kırılıp ağladığı yıllar
askere giden delikanlının hüznü gibiydi sevişmeler
teskere almış bir delikanlının gözleri vardı yataklarda
ters dönmüş bir tırnağın ağrısını duyardık konuşurken
susmuş bir kuş rengi o kahverengi fotoğraflarda
yarım bıraktırılmış bir şiirden sözederlerdi
bıçaklanmış bir komiserden sözedercesine,
-suyu kimse suçlayamazdı- -
- -su, çok çözümlü bir cebir sorusu-
bir kedi ansızın kendi kendini tırmalardı

bir elmanın armuda dönüşebildiği yıllardı
bir diş doktoru bütün dişlerini çekerek ölebilirdi
yani o kadar zor bir zamandı
herkesin saati vardı ve ölüm arta kalandı
bir fıkra anlattı mı -açık saçık bir şeydi-
biri fıkra anlattı mı -abartısız gülüşülürdü-
soluk bir serinlik serilirdi ortalığa!

ut çalan bir oğlandan haber getirmişti tüm ömürler
o ömürler ‘defol! ’ denmiş ölü postacılar gibi
o ömürler tay kokardı, sıpa kokardı, ten kokardı
korkardım seni özlediğimi itiraf etmekten
korkardım işte, bana ne, korkardım
-yunus koleksiyonu yapan ipek bir öğretmendim
dersimin adı: ölmek istemiyorum psikolojisi
artık ayaklansak burjuvazisi
öğrencilerin ise: toprak ve ruh, eylem ve sis-
o kızlar boklu sakız çiğnerken
o yoldaşlar savaşır ve hüngür hüngür ağlardı

bir elmanın armuda dönüşebildiği yıllardı
hatırlarsın, seniha’nin çocuğunu düşürdüğü yıllar
seniha bir hoş hatıranın lakabıydı
hem insan kendisiyle ne kadar barışık kalabilir
televizyonda gökkuşağı belgeselleri
okul kaçamakları belgeselleri yayınladığı yıllar
ellerin dudaklarla pastanelerde buluştuğu yıllar
dizlerin titrediği, dizkapaklarının kandığı yıllar
o yıllar, hatırlarsın!

bir piyano çalmıştık gece yarısı mezarlıktan
beyaz tuşlar devrim sabahıydı, siyah tuşlar
kaybedilenler
ve chopin koymuştuk beslediğimiz kedinin adını
chopin aşağı chopin yukarı
yani kedilere asansör muamelesi
velakin mondros mütarekesi yürümüştük
ne kadar güzeldi mustafa kemal
sen de severdin hatırlarsın

bir elmasın altına dönüşebildiği yıllardı
sağanaklardan sözederlerdi
bir gazetecinin fotoğraf makinesini kırarcasına,
küçük odamızın pencereleri günlük gazetelerle örtülüydü
-köşe yazarımız: hüzün, magazin ekimiz: umut! -
yerdeki kilimi bir ayrılıkla yakmıştın
buğulu bir ahu gözü müydü o delik? bir hain gözü?

duvarlarda ütopyamızın posterleri
ve çocukluğunda bir çete reisiyken
giydiğin eldivenin teki
çitlenbik kokardı hala
tay kokardı, sıpa kokardı, ten kokardı
korkardım seni sevdiğimi itiraf etmekten
korkardım işte, bana ne, hayata ne, ölüme ne!
binbaşı annenin, babanın kurbağaya dönüştüğü yıllar
sen bana küçük prens derdin ben sana benerci
sen bana mayakowski ben sana che
sen bana werther ben sana tom sawyer
hem insan kendisiyle öpüşebildikçe artardı
yani o kadar zor bir zamandı
sözcükler büyüydü
sözcükler düğümdü
hatırlarsın
suyu kimse suçlayamaz!

kimi sesler kimi sesleri gizlerdi özünde
kimi yüzler kimi yüzleri istemsizce,
doğada tik halinde bir dinginlik vardı
yaradılışımıza katılmış bir ikonanın varlığı
renklerimizi, davamızı rahatsız ederdi
evsahibemiz: tanrının ta kendisi
kasvetli şey, alışılmış şey, şıllık şey!
göğüs kafesimize takılmış bir broş
değildi yüreklerimiz
allahın her günü sevdalarla dolar dolar boşalırdı
bir elmanın armuda dönüşebildiği zor yıllardı

duydum ki
armut ihraç ediyormuşsun şimdi mut-dışına
bense, elma topluyorum yine
komşu bahçedeki darağaçlarından?

(special thanks to aylin)

10 Nisan 2010 Cumartesi

Geyikli Gece / Turgut Uyar

Halbuki korkulacak hiç bir şey yoktu ortalıkta
Her şey naylondandı o kadar
Ve ölünce beş on bin birden ölüyorduk güneşe karşı.
Ama geyikli geceyi bulmadan önce
Hepimiz çocuklar gibi korkuyorduk

Geyikli geceyi hep bilmelisiniz
Yeşil ve yabani uzak ormanlarda
Güneşin asfalt sonlarında batmasıyla ağırdan
Hepimizi vakitten kurtaracak

Bir yandan toprağı sürdük
Bir yandan kaybolduk
Gladyatörlerden ve dişlilerden
Ve büyük şehirlerden
Gizleyerek yahut döğüşerek
Geyikli geceyi kurtardık

Evet kimsesizdik ama umudumuz vardı
Üç ev görsek bir şehir sanıyorduk
Üç güvercin görsek Meksika geliyordu aklımıza
Caddelerde gezmekten hoşlanıyorduk akşamları
Kadınların kocalarını aramasını seviyorduk
Sonra şarap içiyorduk kırmızı yahut beyaz
Bilir bilmez geyikli gece yüzünden

“Geyikli gecenin arkası ağaç
Ayağının suya değdiği yerde bir gökyüzü
Çatal boynuzlarında soğuk ayışığı”
İster istemez aşkları hatırlatır
Eskiden güzel kadınlar ve aşklar olmuş
Şimdi de var biliyorum
Bir seviniyorum düşündükçe bilseniz
Dağlarda geyikli gecelerin en güzeli

Hiçbir şey umurumda değil diyorum
Aşktan ve umuttan başka
Bir anda üç kadeh ve üç yeni şarkı
Belleğimde tüylü tüylü geyikli gece duruyor

Biliyorum gemiler götüremez
Neonlar ve teoriler ısıtamaz yanını yöresini
Örneğin Manastır’da oturur içerdik iki kişi
Ya da yatakta sevişirdik bir kadın bir erkek
Öpüşlerimiz gitgide ısınırdı
Koltukaltlarımız gitgide tatlı gelirdi
Geyikli gecenin karanlığında

Aldatıldığımız önemli değildi yoksa
Herkesin unuttuğunu biz hatırlamasak
Gümüş semaverleri ve eski şeyleri
Salt yadsımak için sevmiyorduk
Kötüydük de ondan mi diyeceksiniz
Ne iyiydik ne kötüydük
Durumumuz başta ve sonda ayrı ayrıysa
Başta ve sonda ayrı ayrı olduğumuzdandı

Ama ne varsa geyikli gecede idi
Bir bilseniz avuçlarınız terlerdi heyecandan
Bir bakıyorduk akşam oluyordu kaldırımlarda
Kesme avizelerde ve çıplak kadın omuzlarında
Büyük otellerin önünde garipsiyorduk
Çaresizliğimiz böylesine kolaydı işte
Hüznümüzü büyük şeylerden sanırsanız yanılırsınız
Örneğin üç bardak şarap içsek kurtulurduk
Yahut bir adam bıçaklasak
Yahut sokaklara tükürsek
Ama en iyisi çeker giderdik
Gider geyikli gecede uyurduk

“Geyiğin gözleri pırıl pırıl gecede
İmdat ateşleri gibi ürkek telaşlı
Sultan hançerleri gibi ayışığında
Bir yanında üstüste üstüste kayalar
Öbür yanında ben”
Ama siz zavallısınız ben de zavallıyım
Eskimiş şeylerle avunamıyoruz
Domino taşları ve soğuk ikindiler
Çiçekli elbiseleriyle yabancı kalabalık
Gölgemiz tortop ayakucumuzda
Sevinsek de sonunu biliyoruz
Borçları kefilleri ve bonoları unutuyorum
İkramiyeler bensiz çekiliyor dünyada
Daha ilk oturumda suçsuz çıkıyorum
Oturup esmer bir kadını kendim için yıkıyorum
İyice kurulamıyorum saçlarını
Bir bardak şarabı kendim için içiyorum
“Halbuki geyikli gece ormanda
Keskin mavi ve hışırtılı
Geyikli geceye geçiyorum”

Uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum.

9 Nisan 2010 Cuma

Sevgi Duvarı / Can Yücel




sen miydin o yalnızlığım mıydı yoksa
kör karanlıkta açardık paslı gözlerimizi
dilimizde akşamdan kalma bir küfür
salonlar piyasalar sanat sevicileri
derdim günüm insan içine çıkarmaktı seni
yakanda bir amonyak çiçeği
yalnızlığım benim sidikli kontesim
ne kadar rezil olursak o kadar iyi

kumkapı meyhanelerine dadandık
önümüzde altınbaş altın zincir fasulye pilakisi
aramızda görevliler ekipler hızır paşalar
sabahları açıklarda bulurlardı leşimi
öyle sıcaktı ki çöpçülerin elleri
çöpçülerin elleriyle okşardın beni
yalnızlığım benim süpürge saçlım
ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi

baktım gökte bir kırmızı bir uçak
bol çelik bol yıldız bol insan
bir gece sevgi duvarını aştık
düştüğüm yer öyle açık seçik ki
başucumda bir sen varsın bir de evren
saymıyorum ölüp ölüp dirilttiklerimi
yalnızlığım benim çoğul türkülerim
ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi

6 Nisan 2010 Salı

Üvercinka / Cemal Süreya

Böylece bir kere daha boynunlayız sayılı yerlerinden
En uzun boynun bu senin dayanmaya ya da umudu
kesmemeye
Laleli’den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız
Birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun
Ama nasıl oluyor sen yüreğimi eller ellemez
Sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil

Aydınca düşünmeyi iyi biliyorsun eksik olma
Yatakta yatmayı bildiğin kadar
Sayın Tanrıya kalırsa seninle yatmak günah, daha neler
Boşunaymış gibi bunca uzaması saçlarının
Ben böyle canlı saç görmedim ömrümde
Her telinin içinde ayrı bir kalp çarpıyor
Bütün kara parçaları için
Afrika dahil

Senin bir havan var beni asıl saran o
Onunla daha bir değere biniyor soluk almak
Sabahları acıktığı için haklı
Gününü kazanıp kurtardı diye güzel
Birçok çiçek adları gibi güzel
En tanınmış kırmızılarla açan
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil

Birlikte mısralar düşünüyoruz ama iyi ama kötü
Boynun diyorum boynunu benim kadar kimse
değerlendiremez
Bir mısra daha söylesek sanki her şey düzelecek
İki adım daha atmıyoruz bizi tutuyorlar
Böylece bizi bir kere daha tutup kurşuna diziyorlar
Zaten bizi her gün sabahtan akşama kadar kurşuna
diziyorlar
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil

Burda senin cesaretinden laf açmanın tam da sırası
Kalabalık caddelerde hürlüğün şarkısına katılırkenki
Padişah gibi cesaretti o, alımlı değme kadında yok
Aklıma kadeh tutuşların geliyor
Çiçek Pasajı’nda akşamüstleri
Asıl yoksulluk ondan sonra başlıyor
Bütün kara parçalarında
Afrika hariç değil

5 Nisan 2010 Pazartesi

İçerde / Ahmed Arif

Haberin var mı taş duvar?
Demir kapı, kör pencere,
Yastığım, ranzam, zincirim,
Uğrunda ölümlere gidip geldiğim
Zulamdaki mahzun resim.
Görüşmecim yeşil soğan göndermiş
Karanfil kokuyor cigaram
Dağlarına bahar gelmiş memleketimin..

4 Nisan 2010 Pazar

Senin Altın Pencerelerin / Tuna Kiremitçi

Camı aç, eğil yavaşça. Uykulu
duvarlarına sürçsün eylül yağmuru.
Künyemdeki mutlu prens, ama örtük
bir hüzünle hep, iki büklüm bir
cennet getiriyorumdur sana kursağımda.
Belki sorular sorarız karşılıklı, yorgun
atının yelesini okşarsın sen, ben bir bir
kapatırım açtığın camları. Bazen umutsuzdur
kavuşmak: Her zaman kazanır, kendini
açmasını öğrenmiş o sürekli yara.

2 Nisan 2010 Cuma

Dama / Alper Gencer

sevdik mi şeklimiz değişiyor kardeşim
kurnasız boşanıyor çeşmemizden su
dağılıp yokuşlara sardırıyoruz
suyumuzu zeminler eğip büküyor!
oyunumuz kalmıyor, soğuk değil sırtımız
atımızdan inerken yere çarpıyor birden
at üstünde gövdemize bindirilen hız

sevdik mi dolanırız kendimizle ha bire
yalnızlık peyda olur, bin bir çeşit yalnızlık…
başlar dama oynamaya bizimle dünya
istemesek de işte kurallıdır elimiz
son taşımız yetmez devirmeye o yari
çünkü dama böyledir; acı çekmek mecburi

12 Mart 2010 Cuma

Soru / Bülent Ecevit

kimbilir
insanda son kalan gözler
görür mü dünyayı uzaktan

kimbilir
küçülür mü dünya
büyür mü uzaktan

kimbilir
küllenir mi dünya
özlenir mi uzaktan

9 Mart 2010 Salı

Aysel Git Başımdan / Attila İlhan

Aysel git başımdan ben sana göre değilim
Ölümüm birden olacak seziyorum.
Hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim
Aysel git başımdan istemiyorum.

Benim yağmurumda gezinemezsin üşürsün
Dağıtır gecelerim sarışınlığını
Uykularımı uyusan nasıl korkarsın,
hiçbir dakikamı yaşayamazsın.
Aysel git başımdan ben sana göre değilim.
Benim için kirletme aydınlığını,
hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim

Islığımı denesen hemen düşürürsün,
gözlerim hızlandırır tenhalığını
Yanlış şehirlere götürür trenlerim.
Ya ölmek ustalığını kazanırsın,
ya korku biriktirmek yetisini.
Acılarım iyice bol gelir sana,
sevincim bir türlü tutmaz sevincini.
Aysel git başımdan ben sana göre değilim.
Ümitsizliğimi olsun anlasana
hem kötüyüm, karanlığım biraz, çirkinim.

Sevindiğim anda sen üzülürsün.
Sonbahar uğultusu duymamışsın ki
içinden bir gemi kalkıp gitmemiş,
uzak yalnızlık limanlarına.
Aykırı bir yolcuyum dünya geniş,
Büyük bir kulak çınlıyor içimdeki.
Çetrefil yolculuğum kesinleşmiş.
Sakın başka bir şey getirme aklına.
Aysel git başımdan ben sana göre değilim,
ölümüm birden olacak seziyorum,
hem kötüyüm, karanlığım biraz, çirkinim.
Aysel git başımdan seni seviyorum…