Ahmet Erhan hayatını kaybetmiş.
- Alkol?
- Evet be abi.
Karalama Defteri
"Ah minel aşk ve minel garaib"
4 Ağustos 2013 Pazar
2 Ağustos 2013 Cuma
Oniki
#12
şu anda o kadar çok kar yağsın istedim ki. kar yağsın, böyle lapa lapa, bembeyaz. evimiz olsun, mahsur kalalım. bembeyaz karlar olsun, yolları kapatsın. sen ben kalalım içeride istedim. makarna falan idare ederiz. kahve yaparız, sigara içeriz. sevişiriz.
şu anda o kadar çok kar yağsın istedim ki. kar yağsın, böyle lapa lapa, bembeyaz. evimiz olsun, mahsur kalalım. bembeyaz karlar olsun, yolları kapatsın. sen ben kalalım içeride istedim. makarna falan idare ederiz. kahve yaparız, sigara içeriz. sevişiriz.
21 Ağustos 2012 Salı
Ahmet Ümit'ten sevgiler
" 'yaşam kaybetmeyi öğrenmektir' diye başlardı rahmetli tufan abi. genellikle ikinci kadehin dibine darı ektikten sonra felsefe yapma hastalığı tutar, sağ elinin tersiyle dudaklarını kurulayarak, iştahla girişirdi söze:
'kaybetme maceramız daha ana karnından çıktığımızda başlar. hiç emek harcamadan hüküm sürdüğümüz, dünyanın en güvenli, en yumuşak korunağını, ana rahmini kaybederiz önce. bizden intikam almak için bekleyen dünya, sanki niye çıktın ordan dercesine, gözlerimizi yakan ışıkları, kulaklarımızı tırmalayan gürültüsü, sıcağı, soğuğu, açlığı, kiri, hastalığıyla saldırır üzerimize.
ama biz de öyle kolay kolay pes etmeyiz. kaybettiklerimizin yerine anında başka bir şey koyarız. hem cennetimizi yitirsek de o kutsal yerin sahibi annemiz bizimledir, üstelik yanında bir de baba verilmiştir emrimize. dışarıdaki dünyaya alışmaya başlayınca kaybettiğimiz cenneti hemen unutuveriririz.
ancak büyüdükçe annemiz de babamız da bizden uzaklaşmaya başlar; onları kardeşlerimizle paylaştığımızı anlarız. kardeşimiz yoksa babayı anneyle, anneyi ise babayla paylaştığımızı farkederiz. bize gösterilen ilgi günden güne azalır. azalan ilgi dünyanın bizden ibaret olmadığını gösteren bir uyarıdır aslında. ama bu uyarıyı görmezden geliriz. düşler kurar, hayaller uydurur, kaybettiklerimizin yerine yenilerini koyarak dünyayı kendimizin sanmayı, bu güzel yalana kanmayı sürdürürüz.
yeniyetmelik çağımızda anne, baba sevgisinin yerini arkadaşlara duyulan bağlılık alır. arkadaşlarımızla hiç ayrılmayacağımızı düşünürüz. keşke sonsuza kadar böyle aynı mahallede, aynı okulda yaşasak diye dilekler tutar, birbirimize sözler veriririz, ama yıllar birer birer alır arkadaşlarımızı elimizden. ancak yeryüzünde ne kadar kötülük varsa bizde de o kadar umut vardır.
ergenlikle birlikte aşk denilen o büyülü, o rezil, o soylu, o kahraman, o korkak duygu utançtan kıpkırmızı olmuş bir yüzle çalar kapımızı. aklımız, yüreğimiz birine takılır kalır. bu kez yaşamın merkezine onu koyar, her davranışın, her duygunun, her düşüncenin anlamını onda ararız. kendimizi onun gözlerinde izleyip, bir benzerimizi bulduğumuzu sanarak, dünyanın en güzel, en olmayacak, en aptal düşünü kurarız. artık mutluluğu yakaladığımızı sanırız. şansı yolunda gidenler belki de mutluluğu yakalar, ama kısa süreliğine.
çok geçmeden, koca bir kamyonun, küçük bir çocuğun bisikletini çiğneyip geçmesi gibi gerçek dünya, düşlerimizi parçalayıp verir elimize. yaşam, o kahrolası oyunlarından birini daha oynar bize. ilk sevgili, ellerimizin arasından kayıp, bilinmeyen sularda kaybolup gider. bu serüvenden bize düşen ise, dokunduğumuzda içten içe sızlayan bir yara gibi onun anısını sonsuza kadar yüreğimizin en derin yerinde saklamaktır.
ilk sevgiliyi yitiriş de bir uyarıdır aslında. ömür tanrısı, gençliğin geçici olduğunu sezdirmek istemiştir, ama bunun da farkına varmayız. yeniden aşık oluruz, olduğumuzu zannederiz, severiz, sevdiğimizi zannederiz ve kaçınılmaz sonuç: evleniriz.
biriyle birlikte yaşarsak, yazgılarımızın birleşeceğini, yazgılarımız birleşince de kaybetmekten kurtulacağımızı zannederiz. derken çocuklarımız olur. yaşam bir yandan alırken bir yandan da vermektedir, diye düşünerek, kurnaz bir tüccar gibi kandırırız kendimizi. oysa o gözüpek yol arkadaşı, o deli dolu gençlik, bedenimizdeki gücü, tazeliği, ruhlarımızdaki sert fırtınaları toparlayıp çoktan terketmiştir bizi.
derken annemiz, babamız en büyük ihaneti yapar, hangi yaşta olursak olalım, henüz yeterince büyümediğimiz bir anda tek başımıza bırakıp giderler. ağlarız, yıkılırız, öfkeleniriz, kahrederiz, ama ne yaparsak boşuna, ömür rendesi durmadan bir şeyler eksiltecektir yaşamımızdan. ta ki artık taşımakta zorlandığımız yorgun bedenimizi, bıkkın ruhumuzu sonsuza dek teslim alana kadar. ama tuhaftır kaybedeceğimizi bilsek de yine de yaşamayı sürdürürüz. çünkü hiç bir yerde yazılı olmayan o büyük yasa böyle demiştir. çoğumuz kaybettiğimizin bile farkına varmayız; her gün biraz daha azala azala yanmakta olan mum gibi tükeniriz.
bazılarımızsa bu acı gerçeği farkeder. farkedenlerin bir kısmı kaybetmeye dayanamaz, oyunda yenildiğini anlayınca mızıkçılık yapan çocuklar gibi, hem kendisinin hem çevresindekilerin günlerini cehenneme çevirip mutsuzluklar denizinde ağır ağır boğulup gider. diğerleri ise bir gün yok olacaklarından emin oldukları halde ne heyecanlarından ne umutlarından ne de sevinçlerinden vazgeçerler. sonunda başlarına neler geleceğini bile bile, ölümle sınırlı bu maceranın her evresini, her anını merak eder, bir çocuk gibi şaşarak ve hayretler içinde kalarak yaşarlar. onlar yaşamı asla mutluluğa indirgemezler, çünkü mutluluğa indirgenmiş bir yaşam, yoksul geçirilmiş bir ömürdür.
yaşamı mutluluğa indirgeyenler de ruhsal açıdan yoksun kimselerdir. ruh zenginliği kazanmış olanlar, yaşamı acısıyla, mutluluğuyla, ihanetiyle, çirkinliğiyle kabul edenlerdir. onlar ki, kaybetme sanatını öğrenmişlerdir, bu yüzden yaşama katlanabilme yeteneği geliştirmişlerdir.' "
'kaybetme maceramız daha ana karnından çıktığımızda başlar. hiç emek harcamadan hüküm sürdüğümüz, dünyanın en güvenli, en yumuşak korunağını, ana rahmini kaybederiz önce. bizden intikam almak için bekleyen dünya, sanki niye çıktın ordan dercesine, gözlerimizi yakan ışıkları, kulaklarımızı tırmalayan gürültüsü, sıcağı, soğuğu, açlığı, kiri, hastalığıyla saldırır üzerimize.
ama biz de öyle kolay kolay pes etmeyiz. kaybettiklerimizin yerine anında başka bir şey koyarız. hem cennetimizi yitirsek de o kutsal yerin sahibi annemiz bizimledir, üstelik yanında bir de baba verilmiştir emrimize. dışarıdaki dünyaya alışmaya başlayınca kaybettiğimiz cenneti hemen unutuveriririz.
ancak büyüdükçe annemiz de babamız da bizden uzaklaşmaya başlar; onları kardeşlerimizle paylaştığımızı anlarız. kardeşimiz yoksa babayı anneyle, anneyi ise babayla paylaştığımızı farkederiz. bize gösterilen ilgi günden güne azalır. azalan ilgi dünyanın bizden ibaret olmadığını gösteren bir uyarıdır aslında. ama bu uyarıyı görmezden geliriz. düşler kurar, hayaller uydurur, kaybettiklerimizin yerine yenilerini koyarak dünyayı kendimizin sanmayı, bu güzel yalana kanmayı sürdürürüz.
yeniyetmelik çağımızda anne, baba sevgisinin yerini arkadaşlara duyulan bağlılık alır. arkadaşlarımızla hiç ayrılmayacağımızı düşünürüz. keşke sonsuza kadar böyle aynı mahallede, aynı okulda yaşasak diye dilekler tutar, birbirimize sözler veriririz, ama yıllar birer birer alır arkadaşlarımızı elimizden. ancak yeryüzünde ne kadar kötülük varsa bizde de o kadar umut vardır.
ergenlikle birlikte aşk denilen o büyülü, o rezil, o soylu, o kahraman, o korkak duygu utançtan kıpkırmızı olmuş bir yüzle çalar kapımızı. aklımız, yüreğimiz birine takılır kalır. bu kez yaşamın merkezine onu koyar, her davranışın, her duygunun, her düşüncenin anlamını onda ararız. kendimizi onun gözlerinde izleyip, bir benzerimizi bulduğumuzu sanarak, dünyanın en güzel, en olmayacak, en aptal düşünü kurarız. artık mutluluğu yakaladığımızı sanırız. şansı yolunda gidenler belki de mutluluğu yakalar, ama kısa süreliğine.
çok geçmeden, koca bir kamyonun, küçük bir çocuğun bisikletini çiğneyip geçmesi gibi gerçek dünya, düşlerimizi parçalayıp verir elimize. yaşam, o kahrolası oyunlarından birini daha oynar bize. ilk sevgili, ellerimizin arasından kayıp, bilinmeyen sularda kaybolup gider. bu serüvenden bize düşen ise, dokunduğumuzda içten içe sızlayan bir yara gibi onun anısını sonsuza kadar yüreğimizin en derin yerinde saklamaktır.
ilk sevgiliyi yitiriş de bir uyarıdır aslında. ömür tanrısı, gençliğin geçici olduğunu sezdirmek istemiştir, ama bunun da farkına varmayız. yeniden aşık oluruz, olduğumuzu zannederiz, severiz, sevdiğimizi zannederiz ve kaçınılmaz sonuç: evleniriz.
biriyle birlikte yaşarsak, yazgılarımızın birleşeceğini, yazgılarımız birleşince de kaybetmekten kurtulacağımızı zannederiz. derken çocuklarımız olur. yaşam bir yandan alırken bir yandan da vermektedir, diye düşünerek, kurnaz bir tüccar gibi kandırırız kendimizi. oysa o gözüpek yol arkadaşı, o deli dolu gençlik, bedenimizdeki gücü, tazeliği, ruhlarımızdaki sert fırtınaları toparlayıp çoktan terketmiştir bizi.
derken annemiz, babamız en büyük ihaneti yapar, hangi yaşta olursak olalım, henüz yeterince büyümediğimiz bir anda tek başımıza bırakıp giderler. ağlarız, yıkılırız, öfkeleniriz, kahrederiz, ama ne yaparsak boşuna, ömür rendesi durmadan bir şeyler eksiltecektir yaşamımızdan. ta ki artık taşımakta zorlandığımız yorgun bedenimizi, bıkkın ruhumuzu sonsuza dek teslim alana kadar. ama tuhaftır kaybedeceğimizi bilsek de yine de yaşamayı sürdürürüz. çünkü hiç bir yerde yazılı olmayan o büyük yasa böyle demiştir. çoğumuz kaybettiğimizin bile farkına varmayız; her gün biraz daha azala azala yanmakta olan mum gibi tükeniriz.
bazılarımızsa bu acı gerçeği farkeder. farkedenlerin bir kısmı kaybetmeye dayanamaz, oyunda yenildiğini anlayınca mızıkçılık yapan çocuklar gibi, hem kendisinin hem çevresindekilerin günlerini cehenneme çevirip mutsuzluklar denizinde ağır ağır boğulup gider. diğerleri ise bir gün yok olacaklarından emin oldukları halde ne heyecanlarından ne umutlarından ne de sevinçlerinden vazgeçerler. sonunda başlarına neler geleceğini bile bile, ölümle sınırlı bu maceranın her evresini, her anını merak eder, bir çocuk gibi şaşarak ve hayretler içinde kalarak yaşarlar. onlar yaşamı asla mutluluğa indirgemezler, çünkü mutluluğa indirgenmiş bir yaşam, yoksul geçirilmiş bir ömürdür.
yaşamı mutluluğa indirgeyenler de ruhsal açıdan yoksun kimselerdir. ruh zenginliği kazanmış olanlar, yaşamı acısıyla, mutluluğuyla, ihanetiyle, çirkinliğiyle kabul edenlerdir. onlar ki, kaybetme sanatını öğrenmişlerdir, bu yüzden yaşama katlanabilme yeteneği geliştirmişlerdir.' "
20 Ağustos 2012 Pazartesi
Hüsnü Arkan'dan sevgiler
“aslında hiçbir şeyin derin, tanrısal bir anlamı yoktu. çünkü tanrı yoktu, derinlik yoktu. anlam yoktu. hepimiz, yok olup gitmenin baskısı altında, böyle bir anlama ihtiyaç duyuyorduk. başkalarıyla dayanışmanın, başkalarına kol kanat germenin çekiciliğine kapılıyorduk. dünyanın nesnel varlığının bizim dışımızda da varlığını sürdüreceği gerçeği gözümüzü kamaştırıyordu. ama yalnızca o kadar... gözümüzü kamaştıran ışığı da aslında biz yaratıyorduk.” --hüsnü arkan, uyku, 196. sayfa
Murat Uyurkulak'tan sevgiler
hayır, hiç abartmıyorum. bana diyorlar ki, “abi niye bu kadar kafaya takıyorsun, iki günde alıverirsin pasaportu”. ama sen gel de o iki günü bana sor. yolda polis gördüğümde evime kendimi zor atıyorum. korktuğumdan değil, bana basıyor. türkiye cumhuriyeti devleti benim hayatıma hiçbir şey katmadı, aksine benden çok şey aldı götürdü. bense sadece şunu bekliyordum: bana karnımı doyuracak, üç satır da okuyup yazacak bir hayat ver, başka hiçbir şey istemiyorum, ne para, ne ev ne araba. bu devlet onu da vermedi. karnımı doyurmam için çok şey talep etti, yavşak olmamı talep etti. bu talebi asla karşılamayacağım. bana dedi ki bu devlet, arada bir gelip bana görün. ama ben ona arada bir gidip görünmem. ne ikâmetgah için, ne nüfus için, ne de başka bir şey için. hayatım boyunca bir tek dava açmadım. açabilirdim, ama mahkemelerle uğraşmak istemiyorum. sağlığım ne durumda bilmiyorum, ama gitmedim hastaneye ve gitmem, gidemem. vasiyet yazdım, bir gün kendimden geçersem, hastaneye götürmeyin diye. hayatımda bir kez, on yaşımdayken böbrek hastalığı yüzünden çocuk hastanesinde yattım, o günler hayatımın en kötü günleri olmuştur. bu ülkenin hastaneleri bile birer işkencehane. abartıyorum belki, ama abartmak benim hakkım. çünkü ben onu hissettim. insanca değil bu kurumlar. türkiye cumhuriyeti, çok gecekondu bir ülke. bu ülkede devletten korkmayan bir insan olduğuna inanmıyorum. çünkü bu korku, çok kadim bir korku. korkan insan rahat olur mu? ben bunu ötelemişim, devletle işim olmaz demişim. milyonlarca insan bu devlet dairelerinde heba olup gidiyor. ben devlet dairesine gidemiyorum, çünkü bünyem kaldırmıyor. diyebilirim ki, benim sorunum, senin sorunun bir türlü iktidara ikna olamamak. zaten ikna olamamışız; bir kez ikna olamadın mı, gerisi büyük bir kin. konunun dışına çıkacağız belki, ama şunu söyleyeyim: seattle sürecinden çok umutluyum. bazı devrimci arkadaşların “onlar bir işe yaramaz” dediklerini duyuyorum. seattle sürecini önemsemeyen bir devrimci olmaz. eleştirirsin, ama gözünü kulağını orada tutacaksın. en son cancun’da koreli bir işçi harakiri yaptı. ve bu adam yazan çizen bir adamdı. 55 yaşında bir köylü. bunlar önemli şeyler, yalnız olmadığımızı hissettiren şeyler. iktidara ikna olmayan bir tek sen ben değiliz yani... insaniyet ya da insanlık uygarlığı diye bir şey varsa, biz kazanacağız. eğer böyle bir şey yoksa, hepimiz öleceğiz. burjuvalar ne yaparlarsa yapsınlar, isterlerse mars’a gitsinler, bizim de “bir ihtimal daha var, o da devrim mi dersin” diye şarkılar söyleyeceğimiz günler olacaktır. ya biz kazanacağız ya da dünya yok olacak.
diyen güzel insan.
not: http://www.metiskitap.com/Scripts/Catalog/Interview/Interview.asp?ID=10274 adresindeki söyleşisinden alıntıdır.
Yeni Hayat / Orhan Pamuk
"böylece gide gide hayatın kalbine değil, ancak kendi sefaletinin sınırlarına varabilen talihsiz yolcu, bu sınırda rastladığı bilge şeyhe hayatın, kitabın, zamanın, yazının, meleğin, her şeyin anlamını sorma telaşına kapıldı.
ona bütün bunların anlamının ne olduğunu soruyordum, o da “bütün bunlar”dan neyi kastettiğimi soruyordu. o zaman ona her şeyin başlangıcı olabilecek sorunun ne olduğunu soruyordum ki, o soruyu ona sorabileyim. bana, bulacağım şeyin başlangıcı ve sonu olmayan bir yer olması gerektiğini söylüyordu. demek ki bir soru bile yoktu belki ona sorabileceğim. yoktu. ne vardı peki? ne olduğu insanın nasıl baktığına bağlıydı. (…) bunlar da her şey değildi belki ama hiçbir şey de değildi. peki ötede bir yerde, onca yolculuktan sonra gördüğü yeni bir ülke yok muydu? ötede bir yer varsa, yazının içindeydi bu, ama yazıda bulduğunu yazının dışında, hayatta aramanın boşuna olduğuna karar vermişti. çünkü dünya da, en azından yazı kadar sınırsız, kusurlu ve eksikti."
[sayfa 203'ten alıntıdır]
ona bütün bunların anlamının ne olduğunu soruyordum, o da “bütün bunlar”dan neyi kastettiğimi soruyordu. o zaman ona her şeyin başlangıcı olabilecek sorunun ne olduğunu soruyordum ki, o soruyu ona sorabileyim. bana, bulacağım şeyin başlangıcı ve sonu olmayan bir yer olması gerektiğini söylüyordu. demek ki bir soru bile yoktu belki ona sorabileceğim. yoktu. ne vardı peki? ne olduğu insanın nasıl baktığına bağlıydı. (…) bunlar da her şey değildi belki ama hiçbir şey de değildi. peki ötede bir yerde, onca yolculuktan sonra gördüğü yeni bir ülke yok muydu? ötede bir yer varsa, yazının içindeydi bu, ama yazıda bulduğunu yazının dışında, hayatta aramanın boşuna olduğuna karar vermişti. çünkü dünya da, en azından yazı kadar sınırsız, kusurlu ve eksikti."
[sayfa 203'ten alıntıdır]
Unutulmuş Bir Yaz İçin / Haydar Ergülen
anımsa bizim unutulmuş bir yazımız vardı
kıyısından çocukların dokunarak geçtiği
yaz kirli denizlerin körfezine çekildi
biten o yaz mıydı düşün istersen
bir taşra melankolisine kaptır kendini
-şimdi anımsanması gereken birşeyler vardır
bir çığlık kadar sessizlik de anımsanır
hoyrat sevinçlerle sularında yüzülen
olağan duygularla yüreği örten
bir aşktan geriye suskunluk kalır-
yazdan ne kaldı sana yazdan ne kaldı
birkaç dize ölü ozanların gezindiği
kimsesiz romanlara sığınan yürek ağrısı
denizle aranızda ortak dil gibi
usulca çoğalan yaz kederleri
-her zaman paylaşılan duygular vardır
yeri gelince ölümler de paylaşılır
bölüşmek bir ölümü dostluğu
ve şiiri
benzemez beyaz evlerden
mavi sulara
aynı pencereden
iki yabancı gibi bakmaya-
yaz bitti mi diye sorma yaz çoktan bitti
yedeğinde karartılmış sevgiler taşıyarak
nasıl özlendiğine tutkunlar gibi şaşarak
korkarak geldiği yollardan geri dönmeye
sıradan geçen bir yazın yanına gitti
-bir aşkta sıradan yazlara da yer vardır
sıradan bir aşkın sözlüğü gittikçe daralır
artık ne fısıltı gibi ilk ürpertiler
ne geceyarısının büyülü güzelliği
ayrılıklar gelir kapımıza dayanır-
incelik gibi bu şiiri bıraktı yaz giderayak
bir ozan olsam bana sorulmaz derdim
sorulsa da o yazdan inceliğin hesabı
yazık ödenmemiş bir borç gibi karşımda
uçucu bir yazdan kalanların toplamı
-de ki o umutsuz duruşunun ardında
kendinden bile sakladığı yaraları
gün gelir onulmaz özlemler gibi
ıslıkla söylenen bir aşk türküsü olur
unutulmuş yazın kırgın yolcusu
sevdalı yüreğini kıyıya vurur-
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)